23 Mart 2009 Pazartesi

Kapitalizm-Çevre İlişkisi

Ekonomik büyüme dünyanın bütün kapital devletlerinin öncelikli amacıdır.

Öncelikli amacın ekonomik büyüme olmasının insan sömürüsü dışında etkileri de mevcuttur. Bunların başında ise çevre ve çevrenin önemsenmemesi durumu gelir.

Ekonomik büyümeyi ilk öncelik olarak ele alan bireyler ve devletlerin gerekli bile olsa ekonomik büyümeyi engelleyebilecek her şeyi ikinci plana atıp yok sayabilirler.

Bu durumun direk zararlı yansımalarından birisi de çevre üstünedir. Kapitalist düzende büyük kar getirecek ancak çevreye zararlı fabrikalara, santrallere insani açıdan yanlış bile olsa devletin ya da bireyin ekonomik büyümesine katkı sağlayabileceği için göz yumulur.

Ve kapitalist devlet kendisine yönelen çevre tepkilerin karşı "diğer güçler ülkemizin kalkınmasına engel olmak için çevrecileri kullanıyorlar." milliyetçi propagandasını yapar. (bu vurgu göstermektedir ki milliyetçilik kapitalizmin önünde engel değil kapitalizmin yanında bir yardımcıdır.)

Bunun en basit örneğini ülkemizde kurulmak istenen nükleer santralde görmek mümkündür. Çevreye zararlı olduğu için büyük kitlelerce karşı çıkılan nükleer santrale karşı devletin propagandası açıktır:

"Nükleer santral dünyada sözümüzün geçmesi ve ekonomimizin büyümesi için zorunluluktur."

Bu mesajın altında yatan diğer mesaj da "nükleer santrale karşı çıkan kitleler ülkesine ve ülke ekonomisine ihanet etmektedirler" mesajıdır. Böylece santrale karşı olan insanlar toplum nezdinde dışlanmaya uğrarlar.

Bu noktada kapitalizmin gerçek yüzü de ifşa edilmiştir. Kapitalizm insanlık için değil ekonomi(para) için vardır. Para getirecek çevreye zararlı faaliyetlere göz yumarak asıl olan insan hayatını hiçe saymaktadır.

Demem o ki a dostlar, insanca yaşayabilmek için bu kapitalist düzeni yıkmamız artık farzdır.

Üretime Göre Tüketim

Bir acayip başlık oldu, farkındayım. zaten üstünde duracağım konu da bunun acayipliği. normal şartlarda üretim tüketime göre yapılır. örneğin bir ülkede en çok tüketilen yiyecek domates ise doğal olarak domates üretimi arttırılır. ancak son dönemde durum değişmeye başladı. artık kapitalistler tüketime göre üretim yapmıyorlar, üretimi yapıp sonrasında tüketimi bu üretime göre şekillendiriyorlar. moda kavramının çıkışını da buna dayandırıyorum.

üretimde amaç tüketimin karşılanmasıdır. üretici üretim yaparken tüketicinin taleplerini göz önünde bulundurmak zorundadır. dolayısıyla üreticiyi yöneten tüketici olmalıdır.

ancak kapitalist ekonomi sistemi bu mantığı tersine çevirmiştir. artık üretici tüketiciye göre değil tüketici üreticiye göre şekillenmektedir. buradaki amaç tabi ki daha fazla para kazanmaktır.

süreç şöyle işlemektedir. daha fazla para kazanmak isteyen kapitalist, tüketicinin talebi olmamasına rağmen bir ürünü üretir ve piyasaya sürer. tüketicinin bu ürünle ilgili bir talebi olmadığı için doğal olarak bu ürün yeteri kadar satılmaz.

bundan sonra sermaye sahibi üreticinin tüketiciyi dönüştürmesi ve yönetmesi ortaya çıkar. belirli bir plan dahilinde tüketici bir şekilde dönüştürülüp(tv,popüler kültür,internet vs) ürüne yönlendirilir, böylece kapitalist kişi başlangıçta tüketici talebi bulunmayan bir üründen de para kazanmış olur.

yazdıklarım bazılarına çok abartılı gelebilir. o yüzden de bu düşüncemi edward bernays'ın sözüyle örnekleyeceğim :

"mr.hill(lucky strikes sigara markasının sahibi), lucky stirkes sigarası içen kadınların sayısının artmasını istiyordu. piyasa araştırması, satışların az olmasının en büyük sebeplerinden birisinin sigaranın yeşil ambalajı olduğunu gösterdi.

kutunun rengine değiştirelim önerisinde bulundum. mr.hill küplere bindi. bunun üzerine yeşil rengi moda yapma önerimi sundum. kabul etti. bir yıl kadar çalıştık. yeşil moda renk oldu. lucky strike satışlarında ise patlama yaşandı"

Halkların Kardeşliği ve Devletsel Çıkarlar


Günümüz dünyasında hemen hemen her devlet başkanı barıştan, kardeşlikten dem vurur ve dünyaya "amaninde papatyalar toplayalım kırlarda kardeşçe" mesajı verir. Bizler ise televizyonlardan bu görüntüleri izleyip onlara inanır ve biraz olsun gülümseriz. İçimizi umut kaplar, acaba? diye düşünürüz kendi içimizde.

Ancak nedendir bilinmez devlet yöneticilerinin %95 i barış, kardeşlik isterken bir türlü bu barış kardeşlik gelmez. %95'i barış ister ama dünya'nın %5 ine bile barış gelmez. Ve barışın önünde mutlaka bir engel gösterip topluca "allah allah" nidaları arasında o engele saldırırlar. Olayın üstünden 100 sene geçer, insanlar dönüp geçmişe bakarlar ki o hurraaa saldırılanlar değil saldıranlar barışın önündeki en büyük engellerdir.

Barışın önündeki en büyük engel devletler arası çıkar ilişkileridir. Eğer çıkar ilişkileri uyuşmazsa iki devlet de halkına milliyetçi duyguları verip insanlarını bir piyon gibi cepheye sürer. Haa bir de onlara cephede ölme hakkı tanır. Nasıl bir hak bu diyeceksiniz. Bu insanlar bir nevi ölüm fetişizmi yaratarak piyon olarak kullandıkları halkları, insanları ölüme marşlarla yollarlar. Ya da dini inançları ortaya atıp şehitlik mertebesinden söz ederler ve ölümü yüceleştirip, savaşlarını meşrulaştırmış olurlar.

Bu sebeptendir ki günümüzde devletler kardeşçe yaşayan halklar yerine çıkarlarını korumak için kullanacağı halklar, insanlar isterler. Bu iddianın kanıtları da çok uzakta değildir.

Irak-Abd
Rusya-Gürcistan

Yukarıdaki 4 devleti ele alalım. Kim haklı kim haksızı da bir kenara bırakalım. Acaba bu 4 devletin hangisinin yöneticisi savaşta ölecek olan insanları düşündü? Tabi ki hiçbiri... Peki bu ülkelerin yöneticileri ne yaptılar? Bazısı milliyetçi duyguları kabarttı, bazıları demokrasi söylemlerini öne çıkardı, bazısı özgürlükçülük oynadı.

Artık bu noktadan sonra, devletlerin kirli oyunlarına dur diyecek olan halklardır. Rus ve Gürcü halkları kardeşçe yaşıyor olsaydı hangi gürcü ruslara ateş ederdi veya hangi rus gürcülere ateş ederdi? Bu kokuşmuş, gayri insani düzeni değiştirmek için bütün halkların ele ele verip çıkarcı devlet mantığına son vermesi gerekmektedir.

Ve bu yüzden çok klişeleşmiş bile olsa "yaşasın ve inadına halkların kardeşliği".

Devlet-Halk İlişkisinin Dönüşümü

Devlet bilindiği üzerine ilk siyasi örgütlenmedir. Devletli toplumlar m.ö. 5000’li yıllarda sümer kent devletleri biçiminde görülmeye başlanmıştır ve sonra hızla yayılmıştır. Eski insanlar sayılar arttıkça çıkan sorunları tek elden çözmek, yönetimi hızlandırmak ve refahı arttırmak için bu örgütlenmeyi yapmışlardır. Yani asıl olarak devletin kuruluş nedeni halkın gereksinimlerini en hızlı ve faydalı biçimde çözmektir. Buraya kadar herhangi bir sorun yoktur, hatta örgütlü hareket bakımında oldukça da olumludur.

Ve büyük bir hızla tüm dünyada devletler ortaya çıkmaya başlamıştır. Burada da herhangi bir sıkıntı yoktur çünkü kuruluş amacı zararsızdır aksine yararlıdır. Ancak sonraki yıllarda devlet örgütlenmeleri tek ele geçmeye başlamış ve nedense devlet kavramı artık halkı rahatlatmaktan öte ona sıkıntı veren bir duruma dönüşmeye başlamıştır.

Ortaçağ'da ise bütün toplumun bağlı olduğu ve bütün toplumun ortak mirasının toplandığı devlet kasalarına din adına, tanrı adına el koyulaya başlanmıştır. Karl Marx'ın da dediği gibi din afyon olarak halka empoze edilmiş ve insanların devlet beklentisi ortadan kaldırılıp onlara öbür dünya vaad edilmiştir. Rönesans sonrası eli güçlenen burjuva sınıfı ise avrupa'da 1850 li yıllarda, ülkemizde 1900 lü yıllarda din devletlerine karşı verdiği iktidar savaşını kazanmış ve de devlet yönetimini eline geçirmiştir.

Peki din adına devlet mirasını, devlet yetkilerini kendisinde toplayan insanlar avrupa'da, türkiye'de ortadan kaldırılınca devlet ilk kuruluş amacına asıl vasfına dönmüş müdür? Ne yazık ki dönmemiştir. Sadece el değiştirmiştir. Devlet din adamlarının elinden alınıp sermaye sınıfına teslim edilmiştir. Sermaye sınıfı ise devleti yeni bir sermaye aracı olarak görmüştür ve halen daha görmektedir.

Günümüz dünyasında artık devletin halka olan mecburiyeti kalkmış halkın devlete olan mecburiyeti başlamıştır. Komünizmin halk düşmanı olduğunu savunan kişilerin tezi de bu noktada çökmüştür. Artık dünya tek kutupludur ve sermaye sınıfının önünde güçlü bir direniş yoktur. Her ne kadar birçok hatası olsa da SSCB döneminde avrupalı devletlerin komünist ayaklanmalara karşı sosyal devleti öne çıkardığını ve kapitalizmin hiçbir döneminde olmadığı kadar sosyal devlet anlayışının yükselmiş olduğunu görebiliriz. SSCB yıkıldıktan sonra ise avrupalı devletler sosyal devlet anlayışını yavaş yavaş, sindire sindire raflara kaldırmaya başlamışlardır. Kapitalist devletlerin komünizm korkusu bile onları sosyal devlet anlayışına itmişken komünizmi halkçı olmamakla suçlamak komiktir.

Şu açıktır ki 7000 yıllık devlet-halk ilişkisi başlangıç noktasına göre taban tabana zıt konuma gelmiştir. Devletlerin şu anki kapital, halk düşmanı yapısı düşünüldüğünde artık bir devrim mecburidir. Devletin ilk kuruluş amacına dönmesi ve halkın yararına çalışması için bu düzenin yıkılması mecburidir. Ve biz insanlar artık daha fazla sömürülmemek için bu sisteme karşı durmaya mecburuz.

İsrail-Filistin Savaşı ve Türkiye'ye Yansımaları


Malumunuz son günlerde kapitalist İsrail devleti Gazze'ye yönelik saldırılarını arttırdı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu savaşta da halkın desteğini alabilmek için milliyetçi, dinci söylemlerle israil halkını arkasına aldı. buraya kadar ki süreç aşağı yukarı herkes tarafından tespit edilebilen bir süreç.

Ancak asıl sorun bundan sonra başlıyor. Geçenlerde Denizli'de İsrail'e karşı bir eylem düzenlendi. bu eylemde konuşmacı olarak emekli bir imam da yer aldı. İmamın sözleri tüyler ürperticiydi:

"Müslüman kardeşlerimiz her gün acımasızca katlediliyorlar. İslam dünyasına karşı saldırılar devam etmekte. Bizim görevimiz müslüman filistin halkına destek olmak."

Yani kısaca diyordu ki "filistinliler müslüman olduğu için onları savunmalıyız."

İşte bu olay İsrail'in kurduğu mantığın, saldırıya hazırladığı dinsel temellendirmenin aynısının islamcılar tarafından da yapıldığının kanıtı. Bu açıklamaları yapan ve destekleyen kişiler, eğer filistin halkı ateist, desit, budist, hristiyan vb. olsa idi Filistin'i desteklemeyeceklerdi.

Bu nasıl bir iki yüzlülüktür be adam ? Gazze'de yapılan zulüm oradaki halkın dini inancına göre azalıp artıyor mu da böyle açıklamalar yapıyorsun?

Biz bu mantığı Vietnam Savaşı sırasında da gördük. Hangi islamcı örgüt çıkıp Vietnam Savaşı sırasında ABD'yi eleştirdi? Hiç biri. Demek ki bu mantık yıllardır süre gelen hastalıklı bir mantık. O çok eleştirdiğiniz sosyalistlerin bir çoğu SSCB'nin Çekoslavakya işgali'ni eleştirmedi mi? Peki ya siz ne yapıyorsunuz? Bunların amacı insanların acı çekmesini önlemek falan değil. Sadece kendisinden olanları kurtarmak.

Sonra da diyorlar ki islamcılarla sosyalistler bu konuda aynı düşünüyor, birlikte hareket etsinler. Ulan ben bu adamla niye birlikte hareket edeyim. İnsaniyetten zerre haberi olmayan, savunduğu halkı acı çektiği için değil müslüman olduğu için savunan bir adamı desteklemek insanlığa ihanet değil midir?

26 Temmuz Hareketi

Dünyanın öbür ucunda bir isyankar harekettir 26 temmuz.

Fidel Castro ve Che'nin de içinde bulunduğu bu hareket Küba Devrimi'nin mimarıdır.

Devrimden sonra Fidel bu hareketi askeri üniformalara ekletti ve simgeleştirdi.

Yola 80 isyankar genç olarak başladılar. Güney Amerika'nın kendine özgü dağlarında sıkı çatışmalar yaşadılar. Küba'ya ulaştıklarında ise Che ve Fidel dışında sadece 10 kişi kalmışlardı. Ancak bu hareket 2 sene içerisinde çok güçlü bir halk kitlesinin desteğini arkasına aldı ve devrimin önünü açtı.

1961'e gelindiğinde ise bu hareket Küba Sosyalist Halk Partisi ile birleşip şu anda iktidarda bulunan Küba Komünist Partisi'ni kurdu.

Bu harekete yönelik eleştiriler ise sınıfsal bir temeli olmadığı yönünde cereyan etmekte. Eleştirilecek yönleri, eksikleri olsa dahi 26 temmuz hareketi dünya halklarına emperyalizmle mücadele konusunda cesaret vermeye devam ediyor.